Sanal Mahşer
Ülke gündemi çok çabuk değişiyor.
15 Temmuz Darbe Girişimi, Cerablus, PKK ve IŞİD operasyonları, kamudaki uzaklaştırmalar, tutuklamalar, ekonomi, uluslararası politikadaki değişiklikler, mülteci sorunu, büyükelçiler, vs.
Gündem bu kadar hızlıyken belli ki toplumun büyük çoğunluğu, o gün haberlerde neyi izlerse yahut okursa ona odaklanıyor. Dikkat edilmesi gereken ve uzmanlarınca iyiden iyiye irdelenmesi gereken hayati meseleler var.
Hatta bana göre gündemdeki konuların pek çoğundan daha önemli konular…
Aslında konunun temeli “At izi, it izi” meselesi.
Tutuklama sayılarının bu kadar fazla olması, yapılan her hatadan nasibini alacak insan sayısını da aynı oranda büyütüyor. Tartışma programlarında sürekli kuruların yanında yaşların da yanması üzerine konuşulurken, pek çok aydın ve siyasetçi, bunu doğal karşılıyor ve öyle algılanması için çaba sarf ediyor.
İstenilen adalet olsa kimse bunu kabul etmez ve kabullendirmeye çalışmazdı. Zira konu adalet ise, bu meseleyi Amerikalı yetkililerin “Civilian Casualties” yani “Sivil Zayiatlar” olarak tanımladığı, istenmeyen; fakat kaçınılmaz bir vakaymış gibi gösteremezsiniz.
Hele ki büyük bir çoğunluğu Müslüman olan bir toplumda, insanlar en azından Hz. Ömer’in adalet anlayışı ile birkaç rivayet dinlemişken, adalet terazisinin ne kadar hassas olması gerektiğine dair yüzlerce örnek varken, kurunun yanında yaşın yanmasını kabullenmek, toplumsal riyakârlık olurdu.
Evet, olurdu. Tabi eğer istenen adalet olsaydı!
Bugün ne hükümet, ne bürokrasi ve dolayısıyla da ne de toplum adalet istemiyor. Tek istenen intikam!
Kandırılmış olmanın, kullanılmış olmanın, yıllarca Fetö yandaşlarının etrafındakilerin kafasına basa basa yükselmiş olmasının, yıkılan yuvaların, yapılan haksızlıkların ve nihayetinde verilen şehitlerin intikamı.
Bunun içindi ki, Kısıklı’da ve diğer yerlerde topluluklar “idam” diye bağırıyordu. Çünkü o an hükmü vermiştiler.
Aslında o topluluklar, 15 Temmuz gecesi, cebir ve şiddete bulaşan, darbeyi yapan, kasıtlı hareket eden ve örgütün başındakiler için bunu istiyordu ama bu istek beraberinde pek çok şeyi olağanlaştırdı.
Sadece birkaç dakikanızı ayırın ve düşünün ki, bu güne kadar örgütsel anlamda hiçbir alakanız olmadığı ve hatta nefret ettiğiniz halde, birileri yahut bir şeyler (banka hesabı, sohbetler, dershaneye gitmiş olmak, ticaret yapmış olmak, vs.) vesilesi ile “Fetöcü” damgası yediniz!
Başınıza ne mi gelir?
Tabi ki apar topar tutuklanırsınız. Sonra çevrenizdeki insanların çok büyük bir çoğunluğu “bu da onlardanmış” diye söylenmeye başlar. Sizin bu güne kadar “onların” aleyhine söyleyip, yaptıklarınız da kâr etmez zira “kripto” diye bir kavram var. Yani muhtemelen siz, sırf kendini gizlemek adına her türlü takiyeye başvurabilen, hatta ve hatta sırf gizlenmek adına aşırıya kaçan birisisinizdir.
Avukat bulamazsınız çünkü onlar da sizin gibi damgalanma ihtimali ile karşı karşıyadır. Tabi eğer maddi durumunuz iyi ise ve savunulabilir birisiyseniz, siyasi kimliği olan birkaç avukat, iki yüz – üç yüz bin civarı gibi makul(!) bir ücret ile sizi savunmayı kabul edebilir. Buna rağmen tutukluluğunuzun ilk günlerinde onunla da görüşemezsiniz. Malum, olağanüstü hal var. Bu arada siz tutukluyken, tutuklama sayısının fazlalığından ötürü tutulduğunuz spor salonu gibi yerlerdeki görevli memurlar da, ya sizin isnat edildiğiniz yapıdan nefret ettiği ya da nefret ediyor görünmesi gerektiği için olabilecek tüm zorlukları da makul ölçülerde uygulamaya hazırdır.
Şayet ticaret ehliyseniz, zaten içeri alındığınız gün ticari hayatınız sona ermiştir. Kamu veya özelde çalışıyorsanız, iş arkadaşlarınız ve amirleriniz de çoktan hükmü verdiğinden, sürecin sonunda serbest kalsanız da fark etmeyecektir. Yok, zaten suçlu bulunursanız bunu düşünmeye bile gerek yok.
Peki, bütün bunlar olurken siz ne yapabilirsiniz?
Cevap: izlemek dışında hiçbir şey yapamazsınız.
Televizyonlarda eski hâkim ve savcıların bazıları, görevdeki meslektaşlarının geceleri rahat uyuyamadığını, toplumsal ve diğer baskılar yüzünden aleyhte karar almak zorunda kaldıklarından falan bahsediyor. Aksi halde kendileri de her an sanık sandalyesinde olabilirlermiş.
Sanık sandalyesine oturmayı bekleyenler arasında desek daha doğru olur.
Bazıları diyor ki, bu durumda o mesleği yapmasın, yargıçlar hür iradeleri ile karar vermelidir vs.
Bunu diyenleri gerçekliğe ve uyanmaya davet ediyorum sadece.
Türk adalet sistemi normal zamanlarda bile ağır, aksak işliyorken, basit davalar dâhi, yıllarca sürüyorken, bunca tutuklu ve karmaşa arasında yargılanmayı bekleyenlerin psikolojisini tahmin bile edemiyorum.
Peki, ne yapılmalı? Bu sorunların farkında olanların ilk aklına gelen soru bu.
Elbette ki konunun uzmanları ve işin içindekiler bunu çok daha iyi biliyordur ama benim bildiğim; bilenlerin, bildiklerini yapmasına müsaade etmekle başlanabilir. Mesela Sayın Cumhurbaşkanımız, çıksa ve dese ki, “hâkimler ve savcılar hukuka göre ve vicdanları ile hareket etsin ve alacakları kararlardan dolayı endişe duymasın”, eminim tutuklu sayıları bir anda büyük oranda düşecektir.
Mesela Ergenekon sürecinde de yaşanan ve eleştirilen şu uzun tutukluluk sürelerine bir çözüm bulunup, elektronik bileklik gibi teknolojiler ile tutuksuz yargılanma sürecine geçilebilir. Hem böylece; suçu sabitlenmiş mahkûmları erken salıverme yoluyla hapishaneleri boşaltma ihtiyacı da kalmaz belki de.
Mesela, önemli kamu kurumlarındaki sızmaların büyük bir çoğunluğu, kuvvetli delillerle elendikten sonra (ki anladığımız kadarıyla bu yapıldı) kripto da olsa her Fetö’cüyü yakalamak gibi bir görev üstlenen, işgüzar bürokratlara dur denebilir.
Herkesi içeri atıp, yavaş yavaş yargılamak ve açığa çıkarıp, araya karışmış masumlara “pardon” demek yerine, yine yavaş ve emin adımlarla yargılama yaparak zamanla hak edenleri içeri almış oluruz.
Kaldı ki şayet söylenildiği kadar iyi kamufle olan kripto Fetö’cüleri bu yöntemlerle de yakalamak ihtimal dahilinde değil. Zaten en önemlileri, bir şekilde ülkeden kaçtı.
Bütün bu tutuklama ve sorgulamalara rağmen, örgütün derin yapısını çözememiş olmamız, darbe girişiminden bir hafta öncesini dahi aydınlatamamış olmamız da göz ardı edilmemesi gereken başka bir nokta.
Bütün bunları yapabilmek için toplum ve yetkililerin şu anlayışa sahip olması gerekiyor; “bir masumu hapsetmektense, birkaç kriptonun geç yakalanmasına razı olmak!”
Diyeceksiniz ki, böyle yaparsak bu hainler yine topluma bir darbe vuracaktır. Doğru, ihtimal dâhilinde bu da var.
Bana göre zaten yapabileceklerini yapıyorlar ve yapacaklar. Bütün yetkililer diyor ki; bir daha darbe yapılamaz. Bu seferki saldırı başka türlü olacaktır.
Hem bu adamların kırk yılda yaptığı planları, bu millet on iki saatte boşa çıkarmadı mı?
Ölmek korkusundan, karşılaşacağınız her potansiyel tehlike arz edeni öldürerek kurtulamazsınız!
Aklıselim davranıp, işe adalet penceresinden bakmak gerek ki devlet, devlet olarak davransın.
Milat olarak belirlenen 17-25 Aralık tarihi üzerinde tekrar düşünmek gerekir. Zira herkesin uyandığı tarih; maalesef 15 Temmuz!
Bir de unutulmamalı ki bu işin dolaylı mağdurları var. Çalıştığı iş yerine kayyum atandığı için, Fetö’cülerin, toplumdaki kırılmayı arttırmak adına özellikle işten çıkardığı veya bu yönde farklı algılar oluşturduğu kesimler.
“O adamı tanıyorum, kesinlikle bu örgütle işi olmaz” diyenlerin sayısı da bir hayli fazla ve bu insanlarda da, devlet eliyle haksızlıklar yapıldığı fikri oluşacaktır. Yani bunları da dolaylı olarak mağdurlar grubuna katabiliriz.
İlerleyen zamanlarda mağdur olanların mağduriyeti anlaşılacak, gün yüzüne çıktıkça yapılan yanlışların boyutu fark edilecektir; lakin o gün, bunu telafi etmek için çok geç olabilir.
Bu mağduriyetleri bu gün gidermez isek; tahminimce sayısı bir hayli fazla olan mazlumların ve maruz kaldıkları haksızlıkların boyutları, toplumun büyük bir kesiminde duygusal kopuşa neden olacaktır.
Bu kopmalar bugün hükümete, yarın devlete karşı kin besleyecek, gruplaşma ve ötekileştirmelerin boyutu da artacaktır. Böyle bir sürecin sonunun, (Allah korusun) bir iç savaşa çıkması ise kuvvetle muhtemel.
Bir an önce haklıyı haksızı ayırt etmeye başlamalı ve bunu haksızları da salıverme pahasına yapmalıyız.
Masumiyet karinesi hukuk kitaplarını süsleyen bir cümle olmaktan çıkıp hayata erişmeli.
Ancak böylece “Yenikapı Ruhu” sürdürülebilir.
Belki bunu yaparsak, devlete ve hukuka olan güvenle bu tür yapılara ket çekilebilir. Çünkü herkesin, her kesimin dışladığı bir sıfatı kimse istemez; fakat bu sıfata sempati ve acıma duygusuyla bakan kesimler olacak ise, bu tohumlar da yeşerecek, yeni hainliklere kapı aralayacaktır.
Unutmayalım ki, devletin harcı adalettir. Bu harcı sulandırmak, karşılaşacağımız en ufak sarsıntıda yerle yeksan olmamıza yol açar!
İla nihayet; bilenler, etkililer, yetkililer, görevliler ve herkes, düşünmeye ve daha da önemlisi adalete dair olması gerekeni, korkusuzca dillendirmeye başlamalı.
Bu günleri biz Müslümanların inandığı o “annenin, evladından kaçtığı” mahşer günü gibi algılayanlar, cesaretiniz nerede?
Kurtulun artık bu sanal mahşer psikolojisinden!
Sizler sustukça, mazlum iken zalim olma ihtimalimiz artıyor!